Su yok, elektrik yok, belki de doğru düzgün yiyecek bile yok. Toprağa ekilecek tohum yok. Okul yok, eğitim yok.
Peki, böyle bir hayatın içinde aşk olabilir mi? Bir kadın, bir erkeği sevebilir mi?
Yozlaşmış inançların gölgesinde yetişen bir toplum… Din eğitimi adı altında şekillenen zihinler… Erkekliğin, yalnızca Adem ile Havva’nın çoğalması gibi çocuk yapmak üzerine inşa edildiği bir dünya…
İşte hikâyemizin kahramanları, tam da böyle bir dönemde yaşamışlar.
Doğunun küçük bir köyünde yaşayan bir kadın ve başka bir köyde yaşayan bir erkek…
Fahri, savaştan çıkmış bir dedenin oğlu. Köy okulunda öğretmenlik yapıyor. Evlendiği kadın, Almiye, ailesinin yanında büyümüş, ev hayatına alışkın bir kadın. Ama işin ilginç yanı, Almiye, kocasından altı yaş büyük ve yüreğinde bir başka adamın sevgisini taşıyor.
Fahri, sert mizacı, yakışıklılığı ve çekiciliğiyle dikkat çeken bir adam. Almiye ise tam anlamıyla bir Türk kadını… Aralarında aşk var mı, yok mu bilinmez ama evlilikleri çoktan meyve vermiş: Bir kızları olmuş, adını Emel koymuşlar.
Zaman geçtikçe ikinci çocukları doğuyor: Hakan. Ardından üçüncü çocuk, Mustafa… Altı yıl içinde üç çocuk sahibi olan Fahri, en küçükleri Mustafa henüz bir yaşındayken askere çağrılıyor. Üç yıl sürecek çetin bir askerlik süreci başlıyor.
Fahri askerdeyken, Almiye üç çocukla yalnız kalıyor. Zorluklarla boğuşurken, annesi ve kaynanası ona destek olmaya çalışıyor. Ama söylentiler de kulağa fısıldanmaya başlanıyor: Almiye’ye âşık biri varmış…
Kimdi bu adam? Gerçek miydi, dedikodu mu? Belirsiz. Ama köyde yayılmasını kimse engelleyemedi. Ve elbette, bu fısıltılar sonunda Fahri’nin ailesinin de kulağına gitti.
Fahri’nin kardeşi Saci, üniversite okumak için Fahri’nin evinde kalıyordu. Bir gün, köyden biriyle birlikte eve gelip konu açmaya karar verdi.
Almiye misafirlerini güler yüzle karşıladı, çaylarını ikram etti. Ama Saci’nin niyeti başkaydı. Lafı dolandırmadan konuya girdi, Almiye’yi köşeye sıkıştırmaya başladı.
Almiye sert çıktı: “Bu konu seni ilgilendirmez!” dedi. Ama bu sözler ona pahalıya patladı.
Sinirlenen Saci, hızla ayağa kalktı ve beklenmedik bir şey yaptı: Tüm gücüyle Almiye’nin sol kulağına öyle bir yumruk indirdi ki kadın olduğu yere yığıldı.
O an, köyün sakinlerinden Sale öne atıldı.
“Saci, ne yapıyorsun? Amacın ne?” diye bağırdı. Almiye’yi yerden kaldırdı, “Bir şeyin var mı?” diye sordu.
Ama Almiye, gözyaşlarını silip sadece, “Hayır, bir şeyim yok,” diyebildi. Oysa her şey çoktan başlamıştı…
Saci ve Sale, hiçbir şey olmamış gibi evi terk ettiler. Hatta hastaneye götürmeye bile yeltenmediler.
Almiye, o günden sonra sol tarafında şiddetli ağrılar hissetmeye başladı. Ama kimseye bir şey söylemeye cesaret edemedi. Tam kırk gün dayandı. Sonunda dayanamadı ve hastaneye kaldırıldı. Ama iş işten geçmişti.
Sol yüzü tamamen kararmıştı. Doktorlar, hastalığını anlamaya çalışıyordu. Sonunda teşhis kondu: Yüz kanseri.
Ama gerçek neydi?
O yumruk darbesiyle çatlayan damarlar, içten içe kanamıştı. Beynine ulaşan kan, onu sessizce öldürüyordu.
Ve kırkıncı gün… Almiye, gözlerini hayata sonsuza dek kapadı. Arkasında üç çocuk, bir bilinmezlik ve cevapsız sorular bırakarak…
Almiye’nin ölümü, sadece üç kişinin sırrı olarak kaldı: Almiye, Saci ve Sale.
Ama sırlar, sonsuza dek gömülü kalamaz…